Senai Demirci Söyleşi

       Hekimliğe giden yoldaki ilim tahsili hayatınız nasıldı? Hangi okullarda okudunuz?

İlk ve ortaokulu Samsun’da köyde okudum. Liseyi de Samsun’un Terme ilçesinde okudum. Üniversite tahsilime 1981’de Samsun Tıp Fakültesi’nde başladım. Bütün tercihlerimi tıp yapmıştım. O sene de okulumuz Hacettepe Tıp Fakültesi’ne bağlıydı. Güzel bir sürpriz oldu bu bizim için ve ben Ankara’ya gittim. Sonra kötü bir sürpriz oldu: 2. sınıfta tekrar Samsun’a döndük. Şimdi, büyük bir şehri görünce, Ankara gibi bir yeri, baktım ufkum dağılacak, tekrar sınava girdim. 1. sınıfta bize gerekli gereksiz yüksek kimya, yüksek fizik anlatmışlardı. Ben o dersleri üniversite sınavında bir avantaj olarak kullandım. Gözüm “İngilizce Tıp”taydı. Marmara Tıp Fakültesi’ni yazdım,  İstanbul’a geldim ve orada 1983’te 1. sınıftan tekrar başladım. Okuldan 1990’da mezun oldum.

Sonrasında neler yaptınız? Uzmanlık düşündünüz mü? TUS’a girdiniz mi?

İşin doğrusu hep psikiyatrist olmayı düşündüm. Baktım ki tıbbın içinde benim sanat zevkime hitap edecek tek alan o. Sonra psikiyatristleri görünce, psikiyatrinin ne olduğunu anlayınca işin doğrusu ona da pek hevesim kalmadı, artık bana hiç cazip gelmedi.  Tamamen medikalize, işi ilaçlara bağlayan bir sistem…

 Tedavi etmiyoruz, uyuşturuyoruz, öyle mi?

Evet, uyuşturuyoruz. Fakat bir kaç arkadaşımı psikiyatriye teşvik ettiğimi bilirim. Mustafa Ulusoy onlardan biri mesela.

TUS’a girdiniz mi?

Bir iki defa pek asılmadan girdim. Dolayısıyla ben yolumu çizdim. En az dört yıl daha harcayabilir miyim, diye tarttım. Baktım ki çok da lüzumlu değil. Yolumu ayırdım.

Üniversite yıllarında “Köprü Dergisi”nde yazmaya başladım. Çok cicili bicili bir dergiydi. Metin Karabaşoğlu, Murat Çiftkaya, Mustafa Ulusoy gibi yazarlar da vardı dergide.

O sıralar Kemal Sayar ile de tanıştım. Bana nargileyi ilk o içirmişti (Gülüşmeler). Şiir tadını ve zevkini de o aşıladı. Ve mecburi hizmet için Malatya’ya gittim. Kuradan orası çıktı. O yıllarda Metin Karabaşoğlu kendisi bir yayınevi kurmuştu. 28-29 yaşındaydım o yıllarda. Gazetelerdeki köşe yazılarından bir kitap hazırlamış, ilk kitabımı basmıştı. Ve o bir çekirdek oldu benim için. Mecburî hizmet bitince İstanbul’a geldim ve tekrar yazar çevresiyle muâşakamız başladı, memurluktan da istifa ettim. Özel hastanelerde çalışmaya başladım. Bu vesileyle yazarlığa biraz daha imkanım oldu. Haftalık yazılar yazmaya başladım.

Hayatınızın dönüm noktaları neler oldu?

Hayatımın dönüm noktalarından biri “Öldüğüm Gün” kitabı oldu. Hep bir romanım olsun istemiştim. Zaten uzun bir süreden beri de deneme yazıyordum.

Hayatımın bir başka dönüm noktalarından biri de şudur: Kanal 7’nin kültür kanalı olduğu dönemlerde, 1990’ların başında, sağlık programı sunmaya başlamıştım. Beş yıl kadar sağlık programı sundum doktor olarak.

Şimdi her gün var hocam o programlardan. (Gülüşmeler)

İlk biz başlatmıştık, (gülerek) sonra işi paraya döktüler.

Sonra ilginç bir ayrım çıktı ortaya: Seyirci ve  okuyucu kitlesi farkı: Şimdi, benim seyreden bir kitlem var bir de okuyan bir kitlem var. Televizyon, biraz daha popüler kültüre hizmet eden bir şeydi ve ben sonrasında biraz daha yazıya önem vermeye başladım.

Çocukluğunuzda kimleri okurdunuz? İlk kitaplarınız nelerdi ?

Çocukluğumda köyde ilk kitaplarım dünya klasikleriydi. Köyde imkanlarımız zayıftı o yıllar, kitaplığımız yoktu. Sonra şehre gidince Kemalettin Tuğcu’yla tanıştım. Kemalettin Tuğcu, Çengelköy’de otururdu. Yaklaşık on yıl oluyor vefat edeli… Onun kitaplarında yetim, fakir, çalışkan, çocuk karakteri vardır: Ezilir, haksızlığa uğrar ama hep sonunda kazanır. İlçemiz o zamanlar on beşbin nüfuslu bir yerdi. Amcamla aynı odada uyurduk. Ben ona okurdum, o dinlerdi. Gece tam 12.00’de kitap biterdi, bir koşu gider kitapçıdan yeni bir kitap bulurdum. Düşün o garibân ilçede, o saatte, eskiden, kitapçımız vardı.

Sonra üniversite yıllarımda Halil Cibran’ı keşfettim. Onun lirik, şiirsel bir dili vardır. Onun çevirilerini keşfettim. Sonra Rabindranath Tagore’la tanıştım. Onlar benim üslûbumda belirleyici oldular. Kemal Sayar’ın şiirleriyle de ciddi bir muâşakam oldu. Hatta bazı şiirleri, söylediğim bir cümleden yazdığı olmuştur.

Değil mi? Şiir böyle işte… Her an yanımızda aslında. Sadece onu görmemizi bekliyor. Yani her şey, şiir aslında. 
      Ataol Behramoğlu’nun dediği gibi: ‘’Her şey şiirdir.’’ 

Her şey şiirdir, uğultusu rüzgarın 
      Bir ırmağa usulcacık yağan kar 
      Her gece okunan bir dua çocuklukta 
      Gökyüzünde bölük bölük turnalar  

      Böyle işte…

Okur musun, lütfen?.. İhtiyacım var benim bu şiire…

HER ŞEY ŞİİRDİR

   Her şey şiirdir, uğultusu rüzgarın 
   Bir ırmağa usulcacık yağan kar 
   Her gece okunan bir dua çocuklukta 
   Gökyüzünde bölük bölük turnalar

   Her şey şiirdir, sevinç ve keder 
   Dünyada olmak duygusu… 
   Kıyıda, ıssız kayalıklarda 
   Kendi başına ışıldayan su 

   Her şey şiirdir, şimdi, şu anda 
   Ak kağıt üstünde dolanan elim
   Karşıki avluda salınan söğüt 
   Yandaki odada uyuyan bebeğim 

   Her şey şiirdir, çağrısı aşkın 
   Bahar toprağından yükselen tütsü 
   Umut ve acı, başlayan ve biten, 
   Yağmurun ve akıp giden hayatın türküsü 

   Her şey şiirdir ve bir gün belki 
   İlk aşkım, ilk göz ağrım şiir 
   Koynunda ona yazdığım mektuplar 
   Bir yerlerden çıkıp gelecektir…

                        ATAOL BEHRAMOĞLU

Maşallah. Çok zarîf bir şiir…

 Mesele bizim bakış açımız yani…

Doğru olanı söylemiş Ataol Behramoğlu. Bunu yazayım bir kenara.

Hayatımızda böyle çok güzel motifler oluyor. Bazen bir cümle, bazen bir tebessüm, insanı etkiliyor.

Hayreti ve mihneti olan bir insanın şiiri vardır. Bu şiirde hayret ve mihnet var işte… Rüzgarın uğultusunu şiir görüyor ya da suyun parıltısını şiir görüyor. Bebeğin uykusunu şiirgörüyor. Bak! Olağandışı değil. Biz ne yapmışız? Her şey sıradanlaşmış. Ataol Behramoğlu “Her şey şiirdir.” demişse bizim onun altını doldurmamız, yanında durmamız gerekiyor.

        Tıp Fakültesinde neler yaptınız? Altı sene nasıl geçti? Dersler ve yazı işleri arasındaki dengeyi nasıl kurmaya çalıştınız? Malum tıp fakültesi eğitimi ağır, bir yandan da heyecanlarımız…

Doğru… Bizim fakültede gerçekten sanata zaman ayıracak vakit ve sanata ilgini takdir edecek öğretim üyesi olmadı. İngilizce Tıp, Hacettepe ekolünde giden bir okul. Biraz fazla mekanize ama bir taraftan dergi çıkarmak durumunda olmak; bir taraftan da farklı farklı dünyalardan gelmiş: siyasal okumuş, edebiyat okumuş, fizikle ilgilenen ve özellikle de harika bir filozof çevreye sahip olmak… Bu da en az bir okul kadar önemli…

O da bir okul…

Evet. Hatta daha disiplinli bir okul… Yazım gecikince okulda yemediğim fırçayı orada yiyordum.

Şu anda hekimlikle ilgili neler yapıyorsunuz?

Şu anda aktif olarak hekimlik yapmıyorum. Yaptığım en büyük iş, bir numaralı meşguliyetim: kalem meşguliyetim yani yazarlık… İki tane de engelliler için rehabilitasyon merkezimiz var. Bir tane de anaokulumuz var.

Bir şiir kitabı da bekliyoruz. (Gülüşmeler)

Yok nesir de yazarsam şiirsel sayıldığı için…
İtibar Dergisi”nin Nisan sayısında bir tane geçen yayınlandı. İbrahim Tenekeci yayınladı.

 İbrahim Tenekeci , Hüsrev Hatemi hocaya “Şiirlerinize kıyamadığınız için şu an hak ettiğiniz yerde değilsiniz.” diyor. Gerçek şair, şiirine kıyabilen kişidir. Otuz tane yazar insan ama onların sadece birkaçı şiirdir.

Ben çok kıyarım. O kadar çok kıydım ki ortalıkta şiir yok.  (Gülüşmeler)

İşte ben de onu diyorum abi. Özünün özü çıkarsa onu bekliyoruz.

Geçen gün sosyal medyada bir tane göndermişler. Bir denememin son paragrafını Mevlânâ’nın sözü diye yazmışlar. (Hahahah)

”Çöldeyim, susuzum. Dudağın bana Leylâ
Kuyularda Yûsuf’um sözlerin bana Züleyhâ
Ateşlerde İbrahim’im gözlerin bana deryâ
Sancılar içinde Meryem’im bakışın bana Îsâ
Yaralar içinde Eyyûb’um hasretin bana şifâ
Ölüler içinde bir ölüyüm ellerin bana musallâ.”

Bu bir denememin son paragrafıydı.

Geçenlerde biri “Bu millet en büyük haksızlığı Mevlânâ’ya, Can Yücel’e bir de Küçük İskender’e yaptı.” diyor. Yazdıkları onların değil, yazmadıkları onların. Her “aşk, ateş” kelimesi geçen paragrafın yaz altına Mevlânâ…

      İnternette böyle maalesef. Bir deli taş atıyor, o taşı kırk akıllı çıkaramıyor. 

Geçenlerde bir şiire artık en müntehası yapılmış. “Bir Adın Kalmalı” adlı bir şiir… İnternette yazınca şairi Ahmet Hamdi Tanpınar diye çıkıyor. Böyle bir şiiri Tanpınar’ın yazması mümkün değil. Şiirin gerçek sahibi İbrahim Sadri. Delinin biri atmış bir taşı, kırk akıllı da referans göstermiş. İnternet maalesef bilgi kirliliği ile dolu…

  ”Hekim Sanatkarlar” çalışması hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu çalışmada yola çıkış gayemiz, “Sanatkar yönleriyle sanat dünyasındaki konumları, hekimlik yaşamları, hekimliğin sanatlarına yansıması nasıldır, sanattaki yolculukları nasıl başladı?..” oldu.

İnşallah, çok güzel… Tebrik ediyorum. Böyle bir çalışmanın içinde yer almaktan çok mutluyum…

Yazar: drtalhaucar