Kemal Sayar Söyleşi

‘Rindâne bir hayatın izini süren, yalnız şâirler kaldı. Şâirler ve hakikî ilim ve düşünce adamları… Onlar bu dünyanın tozuna dumanına safdil bir umutla ayak diriyorlar. ”Bir köhne kitap bir sarı kandil neme yetmez?” diyen şâirenin peşi sıra giden ankâ kuşları… Dünyanın burgacına kapılmayanların, şâirlerin, söz ve yazı ahâlisinin oturup konuşabilecekleri bir zaman hep var. Onlar başkasının toplamak ve biriktirmekle elde ettiği saâdeti yârenlikte, dostlukta, hemhâl oluşta zâten bulmuşlar. Yorulmaya, gölgeliğe ok atmaya ne hâcet! Ben insanlara en az ‘eyvallah eden’ kişilerin, erdem sahiplerinin, iktidarın albenisine râm olmayanların hâsılı kelam ‘bu çağın soyluları’nın hayatta güzel söz söylemekten başka meziyetleri olmayan insanlar arasından çıktığını sanıyorum. Rindler, dervişler, şâirler, hikâyeciler, kâinatı kuşatan İlâhi Nağme’yi terennüm edenler, âlimler, sanatkârlar, Mecnunlar… Hayatı güç toplama yarışına çevirmeyenler. Ağır ve düşünceli yürüyenler. Yalnız Allah’ın önünde eğilenler. Bir gülü koklamasını bilenler. Ne mutlu onlara…  (Kendine İyi Bak, Kemal Sayar)

diyerek başladık söyleyişimize dünyanın burgacına kapılmayanların, şâirlerin, söz ve yazı analizinin oturup konuşabilceklerini bir zamanın hep var olduğuna inanarak. 

Alain der ki “Koşarak hiçbir şey görülmez.” İlim ve fikir adamı durur, uzun uzun yoklar.

İşte bizim hekimlik hayatında malesef bu bir handikap oluyor. Şimdi mesela ben, o kadar yoğun bir şeyin içerisindeyim ki şiir yazamıyorum. Halbuki, şiir benim kendimi en iyi hissettiğim yerdir. Ama şiir için, böyle, durmak lazım. Mesela, haftalarca hasta bakmamak lazım, koşuşturmaman lazım. Bir şiirin içinde demlesini beklemen lazım.

Nasıl şiir yazarsınız Hocam? Meselâ Behçet Necatigil cebinde günlerce kağıt parçaları dolaştırdığından, sonra onların herbirinin birer şiir veya bir şiirin parçaları olduğundan bahseder? 

Benim bâzen rüyalarımda dizeler giriyor aklıma. Bâzen bir izlenimle, bir hisle, birisinin bir bakışını görüyorum, bir yüz ifadesi yakalıyorum bir insanda. O, bana dokunuyor ve onu bir şekilde şiire, bir söze dökme ihtiyacı duyuyorum. Çünkü o halde beni ve zihnimi çok meşgul ediyor. Meselâ Macaristan’da Budapeşte’de ağır ağır giden bir tramvayın içinde oturuyorum. Bir tane yaşlı adam böyle yolunu şaşırmış gibi dura kalka tramvay yolunda ilerliyor, o adamın görüntüsü benim çok içimi dağlıyor, kimdir bu adam? Eski bir komünist midir? Hemen kafamda bir sürü senaryolar oluşuyor ve onun o halini yazma ihtiyacı duyuyorum. Ve ya hasta görüşmelerimde bir şey benim çok dikkatimi celbediyor, o hal içimi burup duruyor. Ancak yazarak anlam verebiliyorum, ancak yazınca kendi şifamı bulabiliyorum. Yani yazmak, bir anlamda kendi kendinin şifasını aramak, içimizin o kımıldayan taraflarını biraz sükûna edirmek için kelimelerle hâle bir tertip vermek.

O halde sizin doktorunuz kelimeler diyebilir miyiz? 

Elbette. Bir de hatırlamak. Yazarak bir kayıt da düşüyoruz hayata ve bazı şeyleri daha iyi hatırlamış oluyoruz. Oturup bir şeyleri kağıda dökerken geçmişte amorf bir bulut halinde duran bir şeylerini ete kemiğe büründürüyoruz. Bir duyguyu ete kemiğe büründürüyoruz.Bu kitap okurken de oluyor meselâ. Kitap okurken sizin içinizde dolaşan ama bir türlü isim koyamadığınız duyguların bir yazar tarafından isimlerdirildiğini görüyorsunuz ve bu da yine teröpatik, şifa verici bir şey.

“Kitap okurken aklımdakileri arıyorum ” diyorum, ben de.

Evet aklımızın bir köşesinde rüşeym halde bekleyen şeyleri buluyorsanız çok güzel tabii.

Hem yazar hem hekim olan Anton Çehov’un çok güzel bir tespiti var:

“Tıp ile meşgul olmamın edebî faaliyetim üzerinde büyük etkisi olduğuna şüphe etmiyorum.Hekimlik gözlem alanımı muazzam genişletti ve yazar olarak bana yalnız bir hekimin mahiyetini anlayabileceği bilgileri temin etmeyi sağladı, tıbbi bilgim sayesinde her türlü problemi çözmebilirim.” 

Anton Çehov durum öykücülüğünün büyük üstadlarından, dolayısıyla bu tespite çok önem veriyorum. Bir hekimin gözlem yeteneği kuvvetlidir, diye düşünüyorum ya da öyle umud ediyorum. Sizin ‘Kendine İyi Bak’ kitabınızda da böyle cımbızla çekilmiş gözlemler gördüm, ki hekimliğin tesiri olduğunu düşünüyorum. Siz nasıl düşünüyorsunuz? 

Kesinlikle, kesinlikle. Hekimlik gözlem üzerine kurulmuş bir şeydir. İyi gözlem yapanlar daha iyi hekim olurlar. Hüsrev Hatemî Hoca bana bir hikaye anlatmıştı: Bir gün, bir hocası içeri girer girmez ‘köşedeki diyabet hastasını kim yatırdı’ diye soruyor. Hocam o daha yeni yattı, diyabet olup olmadığını bilmiyoruz diyorlar. Hemen baktırın bakalım şekerine diyor Hoca. Götürüyorlar, bakıyorlar, hasta gerçecekten diyabet çıkıyor. Hocam nasıl anladınız hastanın diyabet olduğunu diyorlar. Hoca diyor ki: ‘bir köşede bekleyen idrarına sinekler konuyordu da ondan anladım.’ Şimdi bakın burada komple bir gözlemcilik kabiliyeti görüyoruz. Hastayı ben de kapıdan girdiği ilk andan itibaren gözlemlerim. Nasıl giriyor, kapıyı nasıl açıyor, nasıl yürüyor, karşıma oturacağı o bir dakika içinde bilemuazzam gözlem yapma şansım olur. Hekimliğin olmazsa olmaz bir parçasıdır gözlemcilik.Psikiyatri de hele çok daha önemli. Hastanın sesi çatallanıyor mu, gözleri buğlanıyor mu? Bizim mesleğimizde insanların hallerini, duygusal iniş çıkışlarını, ses tonlarını, yüz ifadelerini, duruşlarını gözlemek çok mühim. O gözlemin de benim yazarlığımı beslediğini düşünüyorum ben.

Mesela Mehmet Akif Ersoy da çalışmamızda yer alan ‘hekim sanatkarlar’ımızdan, veteriner hekim. O kadar güzel tasvirleri var ki Halkalı Bayatar Mektebi’nde geçen Hasta isimli bir şiiri var:

HASTA

“Vak’a Halkalı Ziraat Mektebi’nde geçmiştir.”

– Bence Doktor, onu siz bir soyarak dinleyiniz;
Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz.
Sade bir nezle-i sadriyyemi illet ? Nerede?
Çocuğun hâli fenalaştı son günlerde,
Ameliyyâta çıkarken sınıf on gün evvel,
Bu da gelmez mi ? Dedim “Kim dedi, oğlum sana gel?
Nöbet üstünde adam kaçmalı yorgunluktan;
Hadi yavrum , hadi söz dinle de bir parça uzan.”
O zamandan beridir za’fi terakki ediyor;
Görünen : bir daha kalkınması artık pek zor;
Uyku yokmuş ; gece hep öksürüyormuş; ateşin
Olmuyormuş biraz dindiği.
                                     – Ben zaten işin,
Bir ay evvel biliyordum ne vahîm olduğunu
Bana ihtâra ne hâcet , a beyim. Simdi bunu?
Ma’amâfih yeniden bakalım dikkatle:
Hükmü kat’î verelim, etmeye gelmez acele. (…)

Buradaki mekan tasvileri, nuh tahlileri… Diyorum ki : bunlar öğrenilmiş bir şey. Semiyoloji dersleri görüyoruz, sahada, klinikte deneyim kazanıyoruz. Tabii biraz da kabiliyeti olmalı insanın. Ama bu tecrübeler insanın bakış açısını etkiliyor diye düşünüyorum.

Evet, evet, kesinlikle, kesilikle.

İlim tahsili açısından, yâni bir nevi hekimliğe giden yol yönünden hayatınızı anlatabilir misiniz? Hangi okullarda ilim tahsil ettiniz?

Zonguldak, Hisarönü,Kilyos nahiyesinde 27 Mayıs ilkokulunda okudum.. Sonrasında sınava girerek Eskişehir Anadolu Lisesini kazandım ve o sene Eskişehir’e geçtik. Lise bittikten sonra Hacettepe İngilizce Tıp Fakültesi’ne geçtim ve orayı 1989’da bitirdim. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesinde ihtisas yaptım. En son Bakırköy ve ErenköyHastahaneleri’nde şeflik yaptım. 2 yıldır da Marmara Üniversitesi’nde profesör olarak çalışıyorum.

Tıbbiyedeki altı senelik öğreniminiz boyunca sanat adına neler yaptınız, sanatın hayatınız daki yeri nasıl oldu?

Valla ilk üç senem bir fânus içinde geçti. Hacettepe Üniversitesi çok zordu. Benim de tutunmak için çok çalışmaya ihtiyacım vardı. Her sene elli-altmış tane arkadaşımızkalıyordu. Herbirimiz geldiğimiz illerin çalışkan öğrencileri olmamıza rağmen, hem de üniversite sınavında belli dereceleri yapmış olmamıza rağmen o kadar zor tutmuşlardı ki gece gündüz ders çalışıyorduk. Ben ilk saçlarımın o çalışmalar sırasında öbek öbek döküldüğünü hatırlarım. Birinci ve ikinci sınıflarda, otururduk ders çalışmak için, masadan kalktığımızda bir çoğumuzun önünde bir öbek saç olurdu. Pek çoğumuz saçlarımızı o dönemde dökmeye başladık.(Gülüşmeler)

O yoğun çalışmalardan sonra, 4. sınıfta, başka bir dünya da olabileceği fikri oluşmaya başladı bende. Sadece ders çalışmakla bu ömrün geçmeyeceği fikri oluşmaya başladı.Ruhun başka arayışları vardı. O dönem de Zaman gazetesi Fehmi Koru ve Nâbi Avcı’nın yönetiminde çıkmaya başlamıştı. Bizler de Nabi Hoca’yı çok sevdiğimiz için bir yolunu bulup, bacadan, gazeteye girdik ve gazeteninn gençlik sayfasını bir grup arkdaş hazırlamaya başladık. Ve ben de bu arada edebiyat sayfasında yazılar yazmaya başladım. Bu iş benim için büyük nimetti. Çünkü yazdıklarınız insan tarafından okunuyor ve bir geri bildirim geliyordu. Yazının büyülü dünyasıyla ilk o zamanlar tanışmaya başladım. Ama zaten ilk okuldan beri bir defterimde, yazdığım şiirleri biriktiriyordum.

Yayınlanan ilk şiirinizi hatırlıyor musunuz?

İlk şiirim Mavera Dergisi’nde yayınlandı. 1986 yıllarındaydı sanırım. Daha sonra Yedi İklim’de yayınlandı bazı şiirlerim. Daha sonra ben Hacettepe’de son sınıftayken bir grup arkadaşla Albatros Edebiyat Dergisi’ni çıkardık. Bu derginin sahibi Çubuklu köfteci Mehmet Bodur’du. Biz çubukta kır Hekimliği stajı yaparken Mehmet Bodur’la tanıştık. Mehmet Bodur da oranın en güzel köfte salonunun sahibi, entellektüel bir adam. Sohbet ederken ‘siz malzemeyi hazırlarsanız ben bu dergiyi çıkarırım’ dedi. HakikatenÇubuk’taki bir matbaada, kurşun dizgiyle, çok zor şartlar altında, Mehmet Bodur’un olağanüstü gayretiyle çıkan bir dergiydi. 12 sayı çıkaracağız diye yola çıktık ve 12 sayı çıkardık. O dönem efsane olmuş bir dergiydi. Mizanpajıyla olsun, yazan isimleriyle olsun çok önemli bir dergiydi. Hepimizi bir araya getiriyordu. Bize mutluluk veren bir tecrübe oldu. Pek çoğumuz şiirlerimizi, yazılarımızı özgürce bu dergide yayınladık.

Hekimliği neden tercih ettiniz? Ailenizde sizi teşvik edenler oldu mu?

Tercih yapacağım sıralar Boğaziçi Üniversitesi’ni gezdim. O zamanlar çok popüler bir kurumdu. Yazmayı düşündüm bir ara. Ama gönlüm tıbba yakındı. Tıp insanla ilgileniyordu,ben de insanı seviyorum, insanla uğraşmak istiyorum. Mühendislik daha soyut bir şey.İnsana en yakın meslek olduğu için tıbbı seçtim. Tıbbın içinde de insana en yakın durmaya imkan verdiğini düşündüğüm psikiyatriyi seçtim.

Sanata olan ilginiz nasıl başladı?

Benim sanata olan ilgim başlı başına bir merak duygusuyla başladı herhalde. İlk okuduğum kitap bir öğretmenimin bana hediye ettiği Pal Sokağı Çocukları’dır. Bir kaç defa baştan sona, ağlayarak okuduğumu hatırlıyorum. O, bende kitaba karşı bir alaka uyandırdı, sonra kitap okumaya başladım. Kitap okudukça yazma iştiyakı oldu. Yazdıkça daha iyi yazma iştiyakı oldu . Tabii ki yazdıkça yayınlama ihtiyacı da oldu. Yayınladıkça insanlardan çok güzel geri bildirimler alıyorsunuz. Sizi onaran, düzelten, teşvik eden, yüreklendiren geri bildirimler alıyorsunuz. Onların da yazı faaliyetlerimizin gelişmesinde büyük bir rolu oldu.Ama temel mesele ne diye sorarsanız : Hep arayan ve soran bir ruh olmak diyebilirim.Yâni ben biraz yazılarımla, şiirlerimle hem kendi ruhumun sızısına bir şifa aradım hem de kendi kafamdaki sorulara bir cevap aradım.

İlkokul yıllarında ilk okuduğunuz yazarlar, şairler, kitaplar nelerdir?

Kemalettin Tuğcu’nun kitalarını da gözlerim dolarak okurdum. Bir de, lisede okuduğum kitaplardan beni etkileyenlerden biri de Huzur Sokağı’dır. Fransız ve Rus klasiklerini çok okuduğumu hatırlıyorum ayrıca.

Sanatın bir hekimin yoğun mesaili hayatına katkıları nelerdir? Sanatla meşgul olmak onun için fazladan bir yük müdür yoksa hayatın yükünü hafifleten bir şey midir? Bu noktada bir çok insanla fikirlerimiz farklılık gösteriyor. Evet, sanat para kazandırmıyor belki ama kazandığın parayı anlamlandıran bir şey. Çünkü ben hep şuna inanırım “madde manaya hizmet ettiği sürece değerlidir.” Yoksa zengin ama mutsuz bir çok insanın varlığını nasıl izah edeceğiz? Bence sanat insanın hayatında bir amortisör işlevi görür. Siz nasıldüşünüyorsunuz?

Sanat olmadan insan rafine bir hayat süremez. Sanat olmadan etrafımızda dönüp duran dünyayı incelikli bir şekilde kavrayamayız. Sanat bize bir şeylerin niçinini çok daha derin bir şekilde anlatır. Sanatla bizler insan olarak olgunlaşır ve inceliriz. Bize bunun bir dönüşü olur mu? Bence evet, iyi sanat, insanları iyi insanlar yapar. Simya gibi insanın içindeki kötülüğü iyiye dönüştürebilir. İnsanların acılarını daha iyi anlamamızı sağlar.Kendi ruhumuza daha iyi bakabilmemizi sağlar. İnsanlık hâlini daha iyi anlayabiliriz. Daha duyarlı bir yurttaş oluruz, daha duyarlı bir dünya vatandaşı oluruz. Dünyanın her tarafındaki acılara daha dikkatli bakarız. Dolayısıyla sanatsız bir hayatın çok kuru olacağını düşünüyorum ben. Hekimler de bu konuda biraz muzdarip şu anda.

Günümüzde Hekimliğin nesnelleşip, maddeleşip, uğraş alanının sadece maddeden ibaret olmayan insan olduğunu unuttuğunu düşünenlerdenim. Bunun da fakültelerde sadece pozitif ilimlerin öğretilmesine bağlı olduğunu düşünüyorum.Sizin bu konuda fikriniz nedir? Hekimlere, dahiliye, cerrahi derslerin yanında verilmesi gerekn başka dersler var mıdır?

Kesinlikle var. İstanbul Tıp Fakültesinin dekanı, değerli dostum Prof. Dr. Bilgin Saydamböyle bir ders koyuyor şimdi. Tıp öğrencilerinin çok iyi tıp felsefesi, tıp sosyolojisi dersleri alması lazım, hatta medikal antropoloji dersleri alması lazım. Ben fakültede öğrenciyken fizik ve matematik dersleri vardı. Gereksiz, maksatsız dersler. ODTÜ’nün kitabından fizik dersi görürdük. Bunun yerine Tıp mesleğinin neye dair olduğunu bize kavratacak felsefi, antropolojik derslere ihtiyacımız var. Bu tür dersler kafamızda yeni penceler açar. Mesela ben 4. sınıftan bir şey hatırlıyorum. Bir hocamız demişti ki: “Bir aile geliyor bana. Çocuklarından biri down sendromlu ve lösemi. Başka bir çocukları dahavar. Çok fakir bir aile,  sosyal güvenceleri de yok, ilaçları alacak paraları yok. Ben de down sendromlu çocuğu bırakıp sağlıklı olan çocukla ilgilenmelerini onlara salık verdim. İlaç için kaynaklarınızı tüketmeyin tavsiyesinde bulundum.” Biz o 4. sınıftaki çocuklar büyük bir heyecanla hocamın ne kadar büyük bir yanlış yaptığını ona anlatmaya çalıştık. Hoca çok şaşırdı. Biz o çocuğun öznel gerçekliğini hocanın bilemeyeceğini, bu kadar tanrı rolüne soyunmaması gerektiğini tartıştık. O tartışma çok canlı ve güzel bir tartışmaydı. Tıbbın içinde hep böyle sorun yumakları vardır. O sorun yumaklarını çözmemiz lazım, kafamızda halletmemiz lazım. Bu da ancak felsefi ve sosyal düşünceyle olur.

Ama hocam, bence, ilerde o tartışan gençliği sindiriyorlar ve duygularını, felsefi bakışlarını köreltiyorlar. (Gülüşmeler)

Şiirle/yazarlıkla olan bağlantınızı güçlü tutmak için neler yapıyorsunuz? Neler tavsiye edersiniz?

İnsan yalnız kaldığında, şiire ve kelimeye daha çok yöneliyor. Şiir bana hep böyle tefekkür ve soyutlanma anlarında gelmiştir. Etrafımda büyük kalabalıklar olmadığı zaman, başımda büyük işler olmadığı zaman şiirle meşgul olmuşumdur. Dolayısıyla boş zaman oluşturmalarını, zamanı kendilerini ve varlığı seyrederek geçirmelerini öneririm. Eğer birisi bana şiir yazmak için önce ne lazım dese, ‘zaman’ derim. Sonra tefekkür ve içe bakış ve hayatın içindeki şiiri yakalayabilmek derim.. Çünkü şiir her yerde, her zaman zâten var da biz onu bazen yakalayabiliyor bazen yakalayamıyoruz.

Halit Ziya Uşaklıgil, Mai ve Siyah romanında çok güzel bir tespitte bulunuyor, ikikarakter var orada yazarlığa ve edebiyata meraklı. Karakterlerden birini konuşturarak diyor ki: ‘şunu anladım ki her aklına geleni yazmak, yazmak değildir. Öncelikle bir silsile oluşturup kendinden önceki edebiyat ehlini tanıyıp onlarla hemhal olmak gerektiğine karar verdiler ve bu şekilde bir program ouşturup tetkik etmeye başladılar.’ Şimdi, orada Halit Ziya öyle bir tespitte bulunuyor ki, benim çok hoşuma gidiyor. Ben de buna inanıyorum. Evet, tamam insanın içinde bir yetenek, bir sevk-i ilahî olur ama bunun işlenmesi lazım. İşte bu noktada çok kitap okunması gerektiğini düşünüyorum.Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Kimse okumadan yazamaz. Okumak, bir defa, bize düşüncelerimizi daha doğru ifade etme yetisi kazandıran bir terbiye dersidir. Okumakla bizden önce yazmış olanların üslubunu fark ederiz. O sesler içinden bize yakın olanları, işin zanaat noktasını öğreniriz. Yoksa insan yaşadıklarını çok yalın bir biçimde de ifade edebilir ama bu asla edebiyat olmaz. Yani söylediklerimizi çok yeni ve özgün bir biçimde söyleyebiliyor isek ancak o zaman onun adı edebiyat olur.

Hayatınızın dönüm noktaları nelerdir?

Dört büyük olay var. Birincisi: lisede -okulun en çalışkan talebesi olduğum halde- kitap okuduğum için, tamamen ideolojik sebeplerle okuldan beş gün uzaklaştırma cezası almam. İkincisi: Marmara Üniversitesi’nde ihtisasımı bitirdikten sonra, burada çok kolay devam edebilecekken bazı ufak oyunlarla safdışı edilmem, hak ettiğim bir yerden başka ideolojikmülahazalarla uzaklaştırılmam. Üçüncüsü: babamın vefatı. Dördüncüsü: annemin vefatı.

Peki bu birinci hadise sizi neye sevk etti?

Yazıya daha çok ehemmiyet verdim. İkincisi beni akademik hayatımda çok kamçıladı,haksızlıkların üstesinden gelmek için çok çalışmamız, daha çok çaba harcamamız gerektiği hissi bende oluştu ve daha çok çaba harcayarak onları da yenebildiğimi düşünüyorum.

Bu çalışmamda hem hekim olup hem de sanat alanında bu milletin hislerine tercuman olacak birçok esere, başarıya imza atan hocalarımızı tanımak, tanıtmak niyet ettim. Hekim sanatkarlarımızın hekim kimliklerini, sanatkarlıklarını, ikisinin birbirine olan etkilerini ele almaya çalışıyoruz. Netice olarak anlatı türünde bir eser kaleme alacağım. Bu çalışmamız hakkında beyan etmek istediğiniz şeyler var mıdır?

Çok güzel bir çaba. Hekimlerin sanatkarlıkları, çoğu zaman hekimliklerinin gölgesinde kalıyor. Bunları aşmak için bu tür kayıtlara ihtiyaç var. Bu çalışmayı tarihe düşülmüş bir not olarak görüyorum ve bunu da bir tıp öğrencisin yapmasını da ayrıca çok anlamlı,fevkalade güzel bir şey olarak görüyorum. Bunun içinde yer almaktan da ayrı bir memnuniyet duyuyorum.

Yazar: drtalhaucar