Alper Gencer Söyleşi

Alper Gencer hekim, şâir, senarist, yönetmen. 1980 yılının eylül ayında Van’da dünyaya merhaba demiş. İlk okulu ve orta okulu yine Van’da tamamlıyor. Ardından İzmir’de anadolu lisesinde okumaya hak kazanıyor ve İzmir’e çeviriyor hayat dümenini. Lise öğreniminin sonunda üniversite sınavına giriyor ve istediği mühendislik fakültesi bir iki puan nedeniyle gelmeyince bir alt tercihi olan Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne yerleşiyor.2005 yılında ise doktor ünvanıyla Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun oluyor. Ardından kur’a ile mecburi hizmet için kendi tâbiriyle – dağ başında bir yere- Bingöl-Yedisu’ya gidip on altı ay çalıştıktan sonra dönüyor. Bir süre Uzmanlık Sınavına çalışarak, Trakya Üniversitesi Beyin Cerrahisi’ni kazanıyor. Orada iki sene asistanlık yapıyor. 

Şimdi sözü kensine bırakıyoruz:

Beyin Cerrahisi’nde iki sene asistanlık yaptım, sonra Edirne’yle anlaşamadım. Edirne’yi bıraktım. Biraz da bilime olan inancımı kaybettim. O daha büyük bir etken. Normal şartlar altında akademik kariyer yapmayı düşünen, zaten o yönde de ilerleyen, hocaların da sevdiği bir iyi bir öğrenciydim. Ama aslında orada yapılan şeyin bilim değil başka bir şey olduğuna kanaat getirdim.

-Neden böyle düşünüyorsunuz?

Yâni o makaleler, yazılan şeyler, bilim diye yapılan şeylerin hiçbirinin gerçek anlamda bilim olmadığını düşünerek, biraz da bilimin hizmet etmiş olduğu şeyin aslında benim arayışımın çok ciddi anlamda bir parçası olmadığını düşünerek bilimi bıraktım. Hatta sonra bir defa deneyeyim diyerek Gaziantep Üniversitesi Genetik Bölümü’nde doktora çalışmasına girdim. Ama ona da hiç gitmedim. Bilim dediğiniz şey bir bakış açısı gerektiren bir şey. Bir şeyleri keşfetmek istiyorsanız o şeye her zaman alışkan olduğunuz bakış açısından farklı bir şekilde bakmanız gerekiyor. Bilimle küstük.

-Neyle barıştınız peki, şiirler mi?

Yâni aslında benim bir şeyle küsmek ve ya barışmak ile ilgili iç dünyamda bir kavram yok. Yâni hiçbir şey ile küs ya da barışık yaşayan bir adam değilim. Huzurlu bir adamım. Kendi hâlinde, iç dengesini bulabilmiş -nasip olmuş diyeyim- bir insanım. Bâzısı bulamaz çünkü.

-Evlisiniz değil mi? 

Evet, 2006 yılında evlendim. Birisi beş buçuk yaşında birisi iki yaşında iki çocuğumuz var.

-Hekimlik açısından nasıl bir plan programınız var?

Ben uzmanlık düşünmüyorum, akademik de düşünmüyorum. Hekimim ben. İyi bir hekimim bence. Çünkü ben hekimliği Bingöl’de öğrendim. İnsan okulda öğrenmez bunu sahada öğrenir. Dağ başında, en yakın yer 2,5 saatken doğum da yaptırdım onlarca, mide de yıkadım, çıkık da taktım.

Hekimim ben, insanlara yardım edebilecek bir tababete sahibim. Çok derin bir hekim değilim belki, çok bilimsel bir adam olmayabilirim ama ölmekte olan bir adamı, kavuşmaya can atan bir adamı sevdiğinden ayırmak için elimden gelen her şeyi yapabilirim.

-Nasıl bakıyorsunuz ölüme?

Beyin cerrahisi diğer bölümlere pek benzemez, kalıcı hasarlardan ölüme uzanan çok ciddi sorunlarla karşı karşıyasınız çoğu zaman. Beyni kanayan bir hastanın yakınlarında ciddi bir öfke olur. Der ki: kimse bizimle ilgilenmiyor, benim hastam burada ölüyor. Bu bir aşama. Sonra süreç uzar. Hasta komaya girer, günlerce yatakta yatıyor. Hasta yakını bu olayla seni sorgular. Bir gün bir hastanın kızı ”Doktor Bey” dedi, ”Nereye gidiyoruz?” dedim ” valla hepimiz aynı yere gidiyoruz. Yâni hepimizin istikameti aynı. Benim sıkça söylediğimbir sözdür: ”Geleceğimiz hakkında bir tek öleceğimizi biliyoruz.” Yâni biz itikat olarak ölümü hakikat görüyoruz. Mezar taşı nasihatimdir, vasiyetimdir Âşık Veysel’in şu dörtlüğü:

Var mıdır dünyaya gelip de kalan
Gülüp baştan başa muradın alan
Muradı, maksudu hepisi yalan
Ölümü dünyada hakikat gördüm.

Ben cüz’i irâdeye inanmam, külli iradeye inanıyorum. O minicik, küçücük cüzün küll yanında eriyip kül olduğuna inanıyorum. Biz geleceğinden değil geçmişinden korkan insanlarız.

-Sanata ilginiz nasıl başladı? Ailenizden sizi teşvek edenler oldu mu?

Yok, hayır. Orta okulda Dîvan Şiiri’ne Halk Şiiri’ne ilgi duydum. Lisede Ahmet Ârif’tir, Cemal Süreya’dır onlara sardım. İstanbul’a geldim ardından. Çıkan bütün dergileri aldım, baktım bunlar nasıl şiirler diye. Anlamak mümkün değil. Sonra okudum, inceledim, baktım artık anlayabiliyorum. Ondan sonra bir bakmışsın Modern Türk Şiiri denilen şiiri yazıyorsun. Sonra birikti onlar. Aldım gönderdim Küçük İskender’e. Küçük İskender o zamanlar Varlık Dergisi’nde genç yetenekleri keşfetmeye çalışırdı. Sonra baktım bir ay sonra Varlık dergisinde gönderdiğim iki üç şiir çıkmış.

Hangi şiirlerdi hatırlıyor musunuz? Kaç yılındaydı?

Valla hangileriydi tam olarak hatırlayamıyorum, 2004 yılında olması lâzım. 2 ay sonra iskender telefon açtı. Yasak Meyve adında bir dergi çıkarıyoruz. Orada seni 2005 yılında doğan şâirler bölümünde tanıtmak istiyorum, ben senin yazdığın şiirleri çok beğendim dedi. Tamam dedim. Gittim, görüştük.

-Edebiyatta ekol olarak hangi gelenekten geliyorsunuz?Benim bir yanım Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar belki biraz Faruk Nâfiz.

Benim en sevdiğim şâir Turgut Uyar’dır. Ahmet Hamdi’nin şiirlerini beğenmem. Benim şiirlerimi yazmaz Tanpınar.

-Şâirlikte ne var? En azından iyi kötü hekimlerin bir kazancı var, şâirlikte ne var?

Hah hah hah. Şâirlikte para yok. Gerçek sanatçı çok parayla işi olmayan kişidir bence.

-Şâirlerin kabirleriyle ilgili bir çalışmam var. Bu çalışma sırasında şuâna kadar 65 kabir bulduk. Orhan Veli’nin kabrini de bulduk. Hüzünlendim. Eşi dostu aralarında para toplayarak yaptırmışlar kabrini, bir görmeniz lâzim. Eski bir taş ve Orhan Veli yazısından ibâret. 

Nerde?

-Rumeli Hisarı Meazarlığı’nda, deniz manzaralı. 

Bilirsin bir şiiri vardır:

Rumeli Hisarı’na oturmuşum
oturmuş da bir türkü tutturmuşum…

İstanbul’un mermer taşları
başıma da konuyor aman martı kuşları
gözlerimden boşanır hicran yaşları
edalım
senin yüzünden bu halım

sonuçta sevdiği yere gömülmüş, olsun.

-Şiirlerinizi kim için yazıyorsunuz? Kendiniz için mi okur için mi?

Ben şâirle o şiirin okuyucusu arasındaki farkı hep bu şekilde görürüm: Şâir o şiiri sadece ilk okuyan kişidir, okuyucusundan farkı budur sadece.

-Yâni sâhibi değil.

Hayır tabii ki değil. İnsan hiçbir şeyin sahibi değil. Şiir de sahibiyet dava edebilceği şeyler arasında en son sırada. Ben bu şiirimde bunu anlattım diye beyânatta bulunmak da bir beis yok ama okuyucu da bunu anlasın diye bir şey mümkün olamaz.

-Şiirin anlaşılmaması okunmasını azaltmaz mı?

Hayır. Şiirin anlaşılmaması okunmasını azaltmaz. Ne azdır diye soracak olursan edebî bir metinle gereğinden daha fazla karşılaşmış insan sayısı, karşılaşmamaış insan sayısından azdır. Yâni bir metni okumak bir alışkanlık meselesidir. O metne âşinâlıktan onunla bir ilişki kurmaya başlıyor ve onu net bir şekilde okumaya başlıyorsunuz. Edebiyat içinde böyle bir şey söz konusudur. Meselâ Yunus Emre bir halk ağzıdır. Meselâ bir Karacoğlan halk ağzı pratiğine sahiptir. Bunu sen halandan, teyzenden, dedenden, sokaktanda duyarsın. Bu aslında farkında olmadan duya duya kulağına çalınır. Dolayısıyla senin için Halk Edebiyatı’nı okumak sokaktan öğrendiğin bir şeyin karşılığıdır. Modern Türk şiirini anlamak için İkinci Yeni okuman, devirmiş olman, 80 kuşağı şiirini okumuş olman, bunun üzerine sürekli okumalar yapmış, onunla ünsiyet kespetmiş olman lâzım.

Hâlin ne ise müşteri sen oldun o hâle
Noksanı meğer adl-i ilâhide mi sandın?

Ama tabîî yaygın olan, güzel olan müşterek olanın keşfidir. Mesela bir şiir yazarsın bunu senin annen de okuduğu zaman çok sever, edebiyatçı da sever. Bence zâten klasikleşen eser budur. Ama diğerinin daha az değerli olduğu manasına gelmez bu.

-Tıp fakültesi yıllarında neler yaptınız?

4 tane kısa film çektim. Şiirler yazıyordum. Yaşar Nâbi Nayır şiir ödülünü de 5. sınıftayken aldım. Sinema yazarlığı yaptım.

-Fakültede hangi klüplere üyeydiniz?

Hiçbirine. (Gülüşmeler.) Film festivallerinde günde 4 film izlediğim çok olurdu. Bir festivalde 30 film izlediğimi hatırlıyorum.

-Eyvah, okul dersler ne olacak?

Ben hastahâneye çok da uğrayan bir adam değildim. Mesela Kadın Hastalıkları ve Doğum dersinde yoklama yoktu, altı hafta hastahâneye uğramadım. Yoklama almıyorlarsa tutamazlardı beni orda. Yâni ben orda mecburen kalabilirdim. Çünkü dışarda… Hani İsmet Özel’in bir şiirinde var ya:

bizi kıvıl kıvıl bekliyorken hayat
yıkılmak elinde mi?

Sonraları vaktimin çoğunu Boğaziçi ve İTÜ’de geçirmeye başladım, Mimarlık Tarihi derslerine girerdim. Eşimle de zaten orada tanıştım. Daha çok oralarda vaktimi geçirmeyi severdim. İnanılmaz şeyler kattı bana.

Sırf set görmek için bir dizide figuran olmaya gittim. Sabahın saat üçü, Cerrahi sınavım var, çağıracaklar bizi, çatışmaya gireceğiz, öleceğiz o kadar sadece. Beklerken o günki cerrâhî sınavına çalışıyorum.

-Bir filmde oynamayı teklif etseler oynar mısınız?

Oyunculuk benim daha önce yaptığım bir şey zâten. Beni yakından tanıyan insanlar oyunculuk hususunda istidadım olduğunu düşünürler, söylerler. Ama bilmiyorum, kafamda öyle çok göz önünde olmak, suretinle ekranda yer almak pek olmamıştır. Bu çünkü işi zorlaştıran bir şey. Çünkü bir insan ne kadar popüler olursa o kadar yükü artar. Biz genellikle meseleleri kendi kenarımızda, kıyımızda, kendi uzlet köşemizdekarşılamayı tercih ederiz ama bu şeyi bizden aldılar. Alındık bir yere koyulduk. Bir şiir yazıyorsun, haberin yok, bir açıyorsun televizyonu, canlı yayında şiirin okunuyor, hiç haberin yok ama. Bu sende bir tedirginlik hissi yaratıyor. Ama hiçbir şeyi kendinden bilmiyor olmanın rahatlığıyla üstesinden gelinebilir belki bunun.

-Şiirlerinizi nasıl yazıyorsunuz?

Şiir yazmak için oturmam. Şiir gelir. Ben onun geçmesine müsâde ederim sâdece. Şiir yazılır. Sesle ilgili olarak ufak tefek dokunuşlar yaparım, çoğuna dokunmam. Meselâ Sâdık Battal’la oturuyoruz, Ökkeş diye bir arkadaş da var. Ökkeş, Sâdık Bakkal konuşurken araya girdi. Sâdık Bakkal bir dakika dedi, ”Sana bir ara aklımda kalanları anlatırım.” Ben duydum, bir dakika dedim, yazdım. Bunun hikâyesini biliyorum çünkü ben. Bu bir şiir oldu meselâ.

-Nerelerde yazdınız? Şuan yazdığınız bir gazete ve ya dergi var mı?

Üniversitedeyken Millî Gazete’de yazdım. Yeni Söz, Radikal, Agos gibi gazetelerde köşe yazılarım çıktı.

-Şuâna kadar yayınlanmış kitaplarınız neler?

”Ah!, Garibin, Mestâne, Ölmek Gibi Sevmek, Şaha Kalkan Gemiler” yayınlanan beş şiir kitabım bir de ”Hüseynî Bakış” yayınlandı.

-Sinemayla uğraşıyorsunuz, şiir… Başka sanat dalları var mı ilgilendiğiniz?

Müzik benim için çok önemli. Üç müzik ensturumanı çalıyorum: ut, gitar, bağlama. Eylül ayında iki tane kitabım çıkacak. Âşıklık beraatım var. Âşık Âhi diye ikinci biri var bende. Van Âşıklar Çay Evi’nde Âşık Çağlarî’den beraat aldım.On sene kullanmadım ben Âşık Âhi’yi. Sonra Âşık Sümmanî’nin

Ervâh-ı ezelde, levh-i kalemde
Bu benim bahtım kara yazdılar

diye bir şiirini okudum. Şiire bayıldım, meftun oldum. Ama bir itirâzım var dedim: ”Niye bahtımız kara olsun?” ve ona bir cevap yazdım:

Kilid-i devranda, derd-i cananda
Bu benim bahtımı çöle yazdılar
Ademden evveli toparlananda
Beni Kamber gibi köle yazdılar

ve bu şiiri İsmail Hakkı Demircioğlu besteledi. İki tane insan var bende. Biri Alper Gencer, diğeri Âşık Âhi.

Kendinizi şuan Türk Edebiyatı’nda nerede görüyorsunuz?

Ben edebiyat dünyasıyla ilişkimi kestim. Çünkü şuan edebiyat dünyasında işler genellikle bir köşe kapmaca, bir kendi şiirini yayınlatmaca, benim şiirim yayınlamadı onun şiiri yayınlandı diye birbirine küsmece,. İşte efendim benim şiirim niye başta değil de diye alınmaca, işte oşiir berbat bir şiir deyip başlayan kültürlü münakaşalara zemin hazırlayan bir hale dönüşmüş durumda. Türk Edebiyatı benim gözümde şuanda hiçbir şeye hizmet etmemektedir. Meselâ benim şuânda takip ettiğim herhangi bir dergi yoktur. Dergiler vitrinlere dönüşmüş durumda. Eskiden dergiler bir hareketin simges, bir amacın simgesi olarak vardı. Şimdilerde edebî zevklere sunulan sofralara dönüşmüş durumda. Bu kadar hazcı yaklaşılmaz şiire.

Birçok edebiyat dergisinden defalarca danışma kuruluna davet aldım, hiçbirisi ile ilgilenmedim. Onlara soruyorum: ”Siz ne yapıyorsunuz, dergi ne yapacak?”

– Edebiyat.

Edebiyat yapıyorsanız ”Edebiyat yapma” derler adama. Benim için dergi demek bir amaca müteâllik hareket etmek demektir. Ben o dünyaya âit değilim. Bir edebiyat heveslisi olarak işe başladığım ilk zamanlarda ben de bu tavlara kandım ama şuanda hiçbiriyle ilişkim yok. Biri çıkıp delikanlı gibi bir hareket amaçlı, bir isyânı başlatmak amaçlı, bir muhâlif sesigüçlendirmek amaçlı bir dergi çıkaralım derse belki…

-Neye karşı?

Düzene karşı, sisteme karşı. Dünyadaki bütün düzen, bütün sistem gayr-ı insani bir şekilde işliyor. Bütün insanlık kapital. Sermaye denen şeyin kölesi, kulu olmuş durumdalar. Herkes para diyor, pul diyor, ev diyor, yazlık diyor, araba diyor. Ben doktor adamım, 33 yaşıma girdim daha evim yok, bir tane araba aldım, arabanın daha taksitlerinin yarısını ödeyemedim, hiçbir mülküm yok dünyada, ama başka arkadaşlarımın evi, arabası her şeyi var. Neyi istiyorsunuz? Ne olacaksınız? Benim on tane evim olsa ne olur?

-Bir hekime sanat lazım mı?

Bak, sanat veya edebiyat hiçbir zaman lazım değil. Sanat yahut edebiyatın sana vesile olduğu şey lazım; sanat veya edebiyat denen şey seni alıp nereye götürüyor? Sana o lazım. Oraya illa sanat veya edebiyat götürmez. Soruyorsun kitap okudun mu okumadın mı diye; “Okumadım.”, diyor ama orada. Ben bunu bir şiirimde şöyle ifade ettim:

Gülten’e giderken yolda bir Amerikan işgaliyle karşılaşabilirim.
(…)

Sizin doktorunuz kelimeler mi?

Valla, benim doktorum ölüm. Ölüm de kelimelerin olmadığı yerde yatan sükût içerisindedir. Toprağın altına bak, ses var mı? Orada huzur var, sessizlik var, kelimeler var mı? Yok.

Yazar: drtalhaucar