Cüneyt Arkın Söyleşi

 Cüneyt Arkın, gerçek adıyla Fahrettin Cüreklibatır.  7 Eylül 1937 yılında Eskişehir’de doğmuş. Türkiye sinema tarihine damga vurmuş Yeşilçam’ın en önemli aktörlerinden bir hekim. Zorlu bir eğitim hayatı, büyük bir gayret neticesinde tıp fakültesini kazanıp bitiriyor. Kendisini aktörlüğe götüren yolculuğunda edebiyat ve sanatın büyük bir yeri var. Çok keyifli bir söyleşiye heyecanla başladık:

 

– İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun oldunuz değil mi?

               – Bütün hastaneler İstanbul Tıp Fakültesi’ne bağlıydı. Kadın Doğum, Aşağı Gureba, Yukarı Gureba, Cerrahpaşa, Çapa, hepsi. Çapa’da psikiyatri, noröloji, göz stajını yaptım.

                – Beykoz, Çiğdem Mahallesi’nde halı saha maçı yapmaya geldiğinizi hatırlıyorum.

Çok halı saha maçı yapmaya geldim. Beykoz’da aşağı yukarı bütün Beykoz’u tanıyorum: Belediye başkanı, Emniyet Müdürü falan da geliyordu maça. Spor özellikle de futbol çok iyi ilişkiler kurabiliyor insanlar arasında.

                 – Kendi yazdığınız biyografinizi okudum, çok beğendim. Popüler kültürün bize sunduğu, yüzeysel bir şey oluyor; halbuki o görünenin ardında daha derin bir şeyler oluyor: gençliğinizde edebiyata, sanata olan merakınızı zevkle okudum.

                 – Evet iki tane kitabım yayınlandı.

Edebiyata, sanata olan ilginiz, merakınız nasıl başladı?

Ben köylüyüm. Babam çobanlık yapıyordu, ben de ona yardım ediyordum. Yüz koyunumuz vardı. İki ablam, annem, babam ve ben onla geçiniyorduk. Bir kere hayvanla özleşiyorsun adeta. Sonra aileye ekonomik katkı olsun diye her yaz iki ay bostan bekçiliği yapardım. Orada her şeyi görüyorsun, hani derler ya tabiatın bir parçası oluyorsun, hayır tabiatın kendisi oluyorsun. Görüyorsun, merak ediyorsun, düşünüyorsun üzerinde, sonra yazmaya başladım. Benim bütün zenginliğim o bostan bekçiliği döneminde tabiattan. Yazmaya başladım. Sonra ilkokul hocam hemen fark etti, bana kitaplar vermeye başladı. Sonra lisede edebiyat hocam son derece ilgiliydi. Bezdiriyordum onu herhalde haftada iki üç tane kompozisyon yazıp “hocam okuyup fikirlerinizi söyleyin” diye. Dünyamdaki sanat temeli öyle oluştu.

Ne güzel, benim hikayem de buna benziyor. Edebiyata olan muhabbetim ilkokulda, lisede hocalarımın içime attıkları tohumların yeşermesiyle ortaya çıktı, onlarla sevdim. Üniversiteye geçtim bu sevgi Hekim Sanatkarlar çalışmasını filiz verdi. Hüsnev Hatemi hocamla, Nevzad Atlığ hocamla, Kemal Sayar hocayla, Alper Gencer abiyle görüştüm.

– Söyleşiler yapmışsın çok güzel nerede yayınladın bunları ?

                – Bir kitap çalışması olacak.

                – Çok satmaz ama söyleyeyim sana. (gülüşmeler)

Para için değil içimden gelerek yaptığım bir şey. Belki Hekimliğin başka bir yanına bir parça katkı olsun diye. Böylede bir dünyanın var olduğuna tercüman olabilmek adına.

– Özellikle ikinci kitabımda -Adana, Feke taraflarında çok çalıştım- hekimlik yaparken başımdan geçenleri anlattım. Çok ilginç şeylerdir onları oku muhakkak.

Tabi ki hocam. Gençlik yıllarınızda Orhan Veli, Sait Faik okuduğunuz en önemli isimler galiba?

– Zaten Sait Faik, Orhan veli yabancılardan Kafka, Sartre ile yetiştik. Sonra Rus edebiyatı… Talha okumadan olmuyor. Çok okuyacaksın! Devamlı okuyacaksın…

– Yazdığınız otobiyografide “sonra hep yalnız kaldım” diye bir ifade geçmiş. İlk evden ayrılışınızla ilgili herhalde.”özlemler, korkular, isteklerle beklerdim. Bu benim ilk yalnızlık duygumdu. Sonra hep yalnız kaldım.” Bütün eğitim öğretim hayatınız için mi bunu söylediniz? Ne için söylediniz?

– Bir kere param yoktu. Bir cekete benzer mont, bir pantolon, iki gömlekle bitirdim ben üniversiteyi. Sonra çalıştım. Kız arkadaşın olmuyor ki. Bir gün grup halinde adaya gittik. Herkes yemekler, içecekler…

Cebimde gazoz içecek param yok, çok önemli. O zaman param yoktu bunlar insanı etkiliyor bazı noktalarda. Ben hala yalnızım şimdi. Bir yığın arkadaşım var, gidiyorum borsa konuşuluyor, dolar konuşuluyor, şudur budur. Ya ben toprak konuşmak istiyorum çiçek, böcek yahut bulut.

– Müthiş.

– Böyle pencereden bakıyorum kuşlar uçuyorlar. Ooooh ne güzel. Onu konuşmak isterim. Havuzda bugün öyle güzel bir şey oldu ki: Bir serçe yanımıza geldi. Suya girdi, yıkandı, içti. Çağırdı, yanına arkadaşı geldi, eşi herhalde; oynaştılar, seviştiler. Yani bunları konuşmak istiyorum ben insanlarla.

‘Tabiatı inanılmaz bir şekilde gözlemledim’ diyorsunuz. Oğlunuz Kaan abi de “babamda tabiatın çok büyük bir yeri vardır” demişti. İnsanda yeryüzünde, doğada gördüklerini yorumlayınca kendine bir yol çiziyor değil mi?

Üzerinde düşüneceksin. Bir gün dizi oyuncularına oyunculuk dersi veriyordum. Bir bahçeden geçiyorsun bir yere geliyorsun sordum: “Bahçeden geçerken kaç ağaç vardı?” Hiç biri doğruyu söylemedi. Bakmıyorlar, görmüyorlar! Okuyor musun diyorum şiir, bir sanatçıya. Oyuncuysan devamlı şiir okuyacaksın. O senin yüreğini, iç dünyanı o kadar güzel zenginleştiriyor ki o ister istemez insanın  yüzüne aksediyor.

                Dikkat edersen ben köylülerin yüz resmini çektim. Çok dolaştım Anadolu’yu, karış karış, otuz yıl. Sonra onlardan yağlı boya ile resmettim. Müthiş bir anlam var, zenginlik var: köylü ya! Çünkü yaşamış. Tabiat olmuş o. Benim babam rüzgarı dinlerdi, ağaçlarda çıkardıkları seslerden.

– Bedri Rahmi’nin bir şiiri vardı hatırlarsınız.

‘‘şairim
                                                      zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
                                                      ayak seslerinden tanırım
                                                      ne zaman bir köy türküsü duysam
                                                      şairliğimden utanırım.”

Çok doğru söylemiş, çok güzel.

 

– Eskişehir’de Necati Bey ilk okulunda okumuşsunuz ilk okulu değil mi?

– Milli eğitim bakanıydı Atatürk döneminde, evet.

-“Ders kitaplarımdan çok kimsesiz çocuk romanlarını okurdum. Taşı toprağı altındı diye İstanbul’a kaçan canilerin hikayelerini okumuştum” diyorsunuz yine bir yerde. Bu tohumlar ileride aksiyon filmlerinde filiz verdiler herhalde (gülüşmeler) Hareketli filmlere geçişiniz nasıl oldu?

 -Romantik filmler çekiyorduk, keman çalıyordum, piyano çalıyordum. Sokağa çıkıyorum insanlarda bir değişim bir hareket. Piyano başında hayal kuruyorsun:

Ben artık piyano çalmayacağım. (gülüşmeler)

– Ne çalacaksın?

‘‘Ok atacağım, kılıç sallayacağım’’ dedim. Piyano çalan adamdan maceracı, aksiyon film oyuncusu olur mu dediler. Olur dedim. Öyle de bir oldum ki, en iyisi oldum.

Evet bir yerde “O dönemde başrol oyuncuları gerçek tipler değildi” diyorsunuz. Bence siz bu isteğinizle oraya bir ruh kattınız, gerçek tip.

– Şimdi oyunculukta iki şey vardır: ya oynarsın ya da karakter yaratırsın.

– Halit Refik’in “dünya sinemasında  eşi benzeri yoktur” diye bir tespiti var sizin için”. ‘’Cüneyt Arkın’a özellikle İtalyan sinemacılar özel bir ilgi gösterdiler George Arkın adıyla dünya sinemasına lanse etmeye çalıştılar ama Cüneyt Arkın kendisinden beklenen gayreti göstermedi, dil meselesini halletmedi, İngilizce’yi kusursuz konuşmak için ciddi bir çalışmaya girmedi. Türkiyede’ki yeri ona yeterli geliyordu.’’ diyor.

– Isınamadım orada. Her şey vardı, çok büyük paralar, her şey…

Bir gece Ömer Şerif’le karşılaştık. Anlattı bana, içini döktü: ‘’Yapayalnızım, her şeyim var, hiçbir şeyim yok, vatanım yok.’’ Avrupa’da en kral otellerde kalırdım, üç dört tane yardımcım var her şey emrimde, Türkiye’deki trafiği özlüyordum, kavgayı, gürültüyü, patırtıyı…

Oğlu Kaan abi alıyor sözü:

‘‘Allah rahmet eylesin Halit Refiğ abi kitabında, Tahran’a gittiğini ilk beş sinemada babamın filmlerinin oynatıldığını anlatıyor. Aslında uluslar arası bir aktör oldu zaten. 1960 yapımı Spartacus’taki Kirk Douglas’ı çıkar babamı koy daha iyi oynar. Cemal Süreya da Sinbad’ı oynardı’’ diyor.

– Cemal Süreyya, bizim Akdeniz, 76 numaralı oturduğumuz eve gelirdi Fatih’teki. Müthiş bir insandı, çok kötü öldü o zaman ama. Oğlu dövdü, içkiye düşkündü.

– “Eskişehir ortaokulunda hep pencere kenarında oturup uzak dağlara baktım” diyorsunuz o yıllar için yine.

– Ya ya . Tabii köyden, tabiattan koparıp okula dört duvar arasına kapatınca beni.

– Dergilere gönderdiğiniz yazılar yazmışsınız o dönemlerde. İlerde güzel işler yapacağınızı o zamandan gördünüz mü, hissettiniz mi?

Yok. Benim çok fazla vaktim olmadı. Hem çalışıyordum para kazanıyordum hem okuyordum. Tıp fakültesini okudun, sen ne kadar zor bir yer olduğunu biliyorsun. Bir de çalıştığını düşün.

– Tıpçıların saçları dökülüyor. Sizinkiler hala sağlam. (gülümsemeler)

– Maşaallah’ın var canım. Bak dökülmemiş. (gülüşmeler) Vaktim fazla olmazdı düşünmeye.

 

– Okul bittikten sonra ilk nereye gittiniz çalışmaya?

– Adana tarafına Feke’ye. Hem hükümet tabipliği yapıyorduk, hem sıtma savaş yapıyorduk, hem adli tabiblik vs.  

Nöroşiruji yapacaktım kadro çıkmadı. Kadro çıkmayınca öğlen yemeğin de çıkmıyor, hiçbir şey çıkmıyor. Zaten hala asker postalları var ayağımda. Çok zor günler geçirdim ben, düşünüyorum da Cüneyt Arkın olduktan sonra bile yani. Anadolu’ya konferanslara gitmek, etkinliklere gitmek öldürüyordu beni, ölüyordum. Bittim, etimi paramparça etti. Hani etini tutup koparırlar ya öyle. Bir iş kolay olmuyor. İlk dönemler kendim harcadım alkol ve uyuşturucu konferansları için giderken.

– Hakkınız ödenmez.Toplumda isminizin karşılığı var, büyük bir karşılığı var.

– Türk halkı çok sever Cüneyt Arkın’ı.

– Sevmez olur mu ? Biz çocukluğumuzda televizyonun karşısında kılıç kullanarak büyüdük. Hala izliyor çocuklar. Bu toplumda bir yerinizin olmasından kaynaklanıyor.

 – Babanız neden üniversite okumanızı istememişti?

Yüz koyunumuz vardı, ben o ana kadar büyük yardım ediyorum ki ancak geçiniyorduk onla. Ben gidince yalnız kalacaktı.Tek başına yapamaz o işleri.

– Eskiden insan gücü çok daha değerliydi değil mi ?

– Tabii. Koyunlar güdülecek, doyurulacak, sağılacak, süt mandıraya gidecek.

Bunların hepsini yaptınız değil mi ?

 – Yaptım tabii.

Okumanızda en büyük destekçiniz anneniz miydi?

– Ya annem garib bir kadındı. Annem de iki ablam da genç kızlıklarını bilemediler. Annemin elleri kınalıydı çünkü çalışmaktan çatlamış yara olmuştu, onları kapamak için kına yapardı. Annemin bir gün güldüğünü görmedim.

– Siz kaç yaşındaydınız anneniz vefat ettiğinde ?

– Üniversiteyi falan bitirmiştim.

– Cüneyt Arkın’ı görebildimi ?

– Bir ay kadar gördü.

  – Şafak bekçilerinde hava kuvvetlerinde askerlik yaptığınız için mi oynayamadınız? Askeriye izin mi vermedi?

-Yok izin değil vaktim olmadı. Hem uçuş hekimliği yapıyordum hem hasta bakıyordum orda. Bir kere en aşağı yirmi, yirmi beş tane tayyare var orada. İşçi, ondan sonra er, astsubay, subay eşleri, astsubay eşleri evde hasta oraya gidiyordum. Gecede uçuş nöbetine kalıyordum. Faik Abi gördü ‘’oynar mısın’’  dedi, çok yakışır sana dedi. Yakışıyordu da zaten.

Zaten yakışıklılığınız malum.

– Fakat vaktim olmadı.

– Anladım. Hekimlerin birisini tedavi ettikten sonra aldığı o duayı ,sonra gözlerde ki o parıltı var ya ,mesela;bir hasta kalp krizi geçiriyor. Kalp Masajı yapıyorsunuz, dönüyor . O an duyduğu minnet, teşekkür duygusu bunlar bir yerde bir de , bir film de oynadıktan sonra hayranların alkışları, sevgisi ikisinin yeri nasıl sizde?

– Bir bakış o minnet duygusu bir kaynak gibi şarıl şarıl akıyor senin içine, içini temizliyor. Seni insan yapıyor. 1 saniye bile o bakış, o minnet duygusu senin içini güzelleştiriyor, zenginleştiriyor. Yani seyirci alkışlamış beni o fazla önemli değil. Asıl şimdi şu önemli; Türk halkı her yaşta nerede olursa olsun müthiş bir saygı gösteriyor bana seviyor ve önemsiyorlar önemli olan o.

– Anladım. Bir isminizin, yerinizin olması.

– Bir gün havuz başında konuşuyoruz, zengin bir müteahhit ile para konusu falan. Kar kış Trabya’da film çekiyoruz. Bir garip adam o kış kıyamette ayakkabı boyuyor. Hemen gittim ayakkabı boyatmaya çok para vereceğim ki en azından bir kaç gün idare etsin, rahat etsin. Paramı almayı bırak benden ayakkabı boyama parası bile almadı. Cüneyt Abi senden nasıl para alırım dedi. Ben dedi şarap içiyordum senin şu filmini izledikten sonra bıraktım, yapmıyorum artık dedi.

– Hekimler sanatla nasıl uğraşmalı. Uğraşmaları Hekimliklerini besler mi?

– Tabi. Mesela; benim abim prefosör, Fikret Cüreklibatur adı. Harika türküler söylerdi, saz çalardı, keman çalardı . Halid Ziya Konuralp vardı keman çalardı.

 – Halid Ziya Konuralp sizin diplomanıza imzayı atan hocamız değil mi ?

– Evet, mutlaka bir sanat yönleri vardır Doktorun.

– Şimdi ki genç hekimlere ne tavsiye edersiniz ?

– Genç hekimleri tanımıyorum ama çok zor bir iş seçmişler. Allah yardımcıları olsun.

– Bana ne tavsiye edersiniz (gülüşmeler) beni tanıyorsunuz, devam edeyim mi?

– Tabi devam et. En iyi şekilde çalış.

Sanatla da uğraşmaya devam edeyim mi ?

Sevdiğin işte kendini bulursun. Kemal Tahir söylerdi : “Ne zaman gelecek Anadolu’dan bir başka insan türü “. İşte o insan türleri siz olacaksınız.

 – Neyi kast ediyordu ?

– Namuslu, dürüst, vatanını seven, halkını seven, Atatürkçü, çağdaş.

Anladım. Ben de bu çalışmamda,-yaklaşık 30 kişi var- hem hekim olup hem de sanatkar olan. Onların hem hekimliklerini hem sanatlarını hem de ikisi arasındaki ilişkiyi anlatmaya çalıştım Ne düşünüyorsunuz bu çalışmanın anlam ve önemi ile ilgili?

– Bir çalışmanın verimli ve değerli olabilmesi için metod çok önemlidi. Sentez, tarih bilinci ve metod. Bunların üçünü bir araya getirebiliyorsan o zaman olur. Metod çok önemlidir. Metodun ne?

– Anlatı türünde.

– Tarih bilinci çok önemli. Çünkü ; neden, niçin, nasıl bunlara önem verilir.

Bu çalışmada çok insanlar var. Cüneyt Arkın , Ferhat göçer , Ceyhun Atıf Kansu , Cenap Şahabettin hep büyük şairler ,edebiyatçılar. 30 küsür kişi. Ben şunu gördüm bu çalışmayla; Hüsrev hocamla , Kemal sayar ile Nevzad  Atlığ ile oturunca , hekimlerin  sanatta çok başarılı olabilmelerinin nedeni ; belki de çok duyarlı olmalarıdır. Kimsenin varamayacağı sırlara varmışlar Hekimliğin vermiş olduğu hislerin keskinliğiyle.

– Tabi tabi. Sen çırıl çıplaksın her anlamda.

– Duygu ve bedenenen.

– Tabi Evet

– Bu çok büyük bir katkı sağlamıştır öyle değil mi ? Nevzat hocam demişti ki; “Başbakanın önüne bile gitsem, hekimliğim ile giderdim.  Pek bir özgüven duyardım.” dedi.

– Tabi. Bundan önemlisi var mı? Ben mesela şimdi siyasetçilere bakıyorum da bir tanesi şiir okusa Türkiye de bazı şeyler değişiyor, güzelleşiyor.

Bu hekim sanatkarlar çalışmasında ben şunu anlatmak istiyorum genç hekimlere ; bakın böyle büyüklerimiz var. Yani , bir Ceyhun atıf kansu ‘ kır çiçekleri ‘ adlı bir şiiri var ya “Dünya’nın bütün çiçeklerini verin istiyorum .”Çocuk hastalıkları uzmanı. Alaaddin yavaşca , Nevzat adlı bunların her biri hekim.

– Hekimden çok sanatçılar.

– Hekim sanatkarlar çalışması hakkın da neler düşünüyorsunuz?

Aslında güzel bir şey.  Çok güzel bir şey.  Yalnız mesele nasıl ilgi çekecek, nasıl merak edilecek , okunacak. Yoksa harika bir çalışma. Yani senin saydığın isimlerin on tane sanatçı doktorun dokuz tanesini bilmez kimse. İşte onları açıklıyor, öğretiyorsun bu çok güzel bir şey. Ama nasıl ilgi çekecek bu kitap.

– Ben çok mutlu oldum, çok hoş vakit geçirdik. Ben diyorum ki bu kitap ortaya çıkmasa bile o kadar çok şey kazandım ki ben. Bu isimlerle oturup konuşmak ile çok şey kazandım. Belki bu kazanımlar bir şekilde başka insanlara da aktarılır.

Yazar: drtalhaucar